31 Ara 2011

Türkiye'deki Film Yapım Koşulları: Yapımcı Hakan Yıldız ile Röportaj

Yapımcı Hakan Yıldız ile Türkiye'deki film yapım süreçleri ve koşulları üzerine konuştuk. Özellikle sinema öğrencileri için bilgilendirici olmasının yanında hem keyifli hem yararlı hem de uzun bir sohbet oldu...


Dinle Neyden ve 120 filmlerinde Genel Koordinatör, Umut ve Sultanın Sırrı filmlerinde Uygulayıcı Yapımcı, Albatrosun Yolculuğu filminde ise yapımcı oldunuz. Sizi bu sürece yönelten neydi ve sektöre girişiniz nasıl oldu?

Çok ilginç aslında benim hiç aklımdan geçmeyen bir sektördü. Bir itirafta bulunayım tamamen tesadüf eseri bu sektöre girdim. Hani bir laf vardır ‘bir arkadaşa bakıp çıkacağım’ benimki biraz öyle oldu. Sette çalışan bir arkadaşıma bir gün ziyarete gittim. Prodüksiyon Amiriydi. O gün asistanı gelmemişti. Çok yalnız bir durumdaydı. “Şuna yardım eder misin? Buna yardım eder misin? Şu lazım bu lazım” derken yaklaşık 12 yıldır halen birisine bakıp çıkacağım. Girdikten sonra hiç çıkmak istemedim. İşinizi çalışarak ve severek yapınca gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Yeter ki isteyerek, severek yapın ve çalışın, çalışın.

Peki yapımcı ile herhangi bir işletme patronu arasındaki farklar nelerdir? 

Aslında çok fark gözükmesede, biraz da yapımcının hayata bakışıyla alakalı olarak çok fark var. Hatta inanılmaz farklar var. Yani hayata bakışı dediğim şu; eğer yapımcının derdi yapacağı ya da yaptığı projeyi izleyecek insanlara veya o izleyici kitlesine bir mesaj içeriği vermekse, bu mesajın özelliklerine göre o projeye elindeki bütün imkanları kullanabilir. Ama; verdiği mesaj ya da izleyiciye izlettiği filmle ilgili bir kaygısı yoksa ve tamamen ticari amaçla düşünüyorsa bunun için hiçbir prensip veya ilke düşünmeden tamamen paraya dayalı çalışmalarını yapar. Bunun tam tersi prensipleri olan, hayata bakışı farklı olan ve izleyici kitlesine bir mesaj vermek isteyen yapımcılar ise ilkeli davranıp senaryoyu ona göre seçip insanlara vermek istediği mesajı ona göre revize edebilir. Örneğin; bu bir tarih sayfasından olabilir, bir kültür olabilir, bir fikir olabilir, bir bilgi birikimini içeren proje olabilir ona göre gişe geliri beklemese de bu mesajı ulaştırmak için çırpınıp filmi yapabilir. İşletmede ise tam tersi ‘hırsız bakkal, namuslu bakkal’ hesabı. Eğer hırsız bakkallık düşüncesi varsa o işletmecinin teraziden çalar, mamulden çalar, bir şeyler yapar. İşte aslında sinemacılar da böyledir. Bu tamamen hayata bakışıyla ilgili... Doğru mesajlar var, yanlış mesajlar var. Doğruyu yanlışı ayırt etmeden tamamen para kazanmak amacıyla yapılan filmler de var. 

Türkiye’de film yapım süreci nasıl işler? Yapım şirketi ya da yapımcı piyasa koşullarının neresindedir?
 
Türkiye’de yapım süreci tamamen senaryo ile başlar. Ortada bir senaryo var ise bu senaryonun gerektirdiği koşulları bir araya getirmek yapımcının görevidir. Bu gerek o senaryoya ayıracağı kaynak açısından gerek teknik ekip açısından gerek yönetmen açısından oyuncular açısından gerek o hikayenin geçtiği rotasyonlar açısından… çekimler bittikten sonraki süreç olan post prodüksiyon stüdyolarından ve en sondaki dağıtım sürecini bir araya getirmek üzerine kurulur bütün yapı. Türkiye şartlarından yapımcı bunların hepsini bilmekle, bir araya getirmekle ve elindeki kaynağı doğru kullanmakla mükelleftir. Aksi takdirde sinema pahalı bir iş, ticarete benzemiyor, tamamen sürprize dayalı bir sektör, örnek veriyorum bir anda 500 bin lira harcadığınız bir filmde milyonlarca lira para kazanabilirsiniz veya milyonlarca lira harcadığınız filmde hiç gişe geliri elde edemeyebilirsiniz ve bir anda hayatınız başka bir yöne doğru kayabilir...

 
Siz filmlerinizde bu izler kitleyi ve gişe gelirini hesap ediyor musunuz veya ne oranda hesap ediyorsunuz? 

Tabii ki bunu hesap etmiyorum diyen yapımcı yoktur çünkü hesap etmek şart. Bu sorunuz önceden söylediğim gibi yapımcının hayata bakışıyla, vermek istediği mesajlada alakalı. Yapımcının bu bahsettiğim kıstasları bir araya getirip eğer para kaygısı yaşamadan bir mesaj vermekse derdi o zaman ticari açıdan bakmayabilir. Gişe gelirini veya izleyici kitlesini hiç hesap etmez. Bir hayali vardır. O hayalini perdeye yansıtmak ister. 10 kişi izlemiş veya 10 milyon kişi izlemiş bunun asla peşinde değildir. Diğer taraftan ise bu işi tamamen ticarete döküp ‘Türkiye’de atıyorum 2011 de 40 milyon bilet satılıyor ve bu biletlerin %80’ e yakın miktarı 16 yaş ile 25 yaş arası kitleye satılıyor. 16- 25 yaş arasındaki insanları sinema salonuna çekmek için nasıl bir film yapılır’ onu hesap eder. Ve bu izleyicilerin Türkiye’deki dağılımına bakar. Gençler nerede fazla nerede az, sinema salonlarını ona göre organize eder. Ve bu gençler ne tür filmlerden hoşlanır. Komedi mi, dram mı, aşk mı bunları hesap eder. Bütün bu bileşenleri bir araya getirip ona göre bu normlara uygun senaryoyu alır ve onu perdeye yansıtır.  Bu ne kadar doğru ne kadar yanlış zaten hep içinde bulunduğumuz tartışmalardan da belli. Film isimlerini vermek istemiyorum birçok arkadaşımızda bunu gayet net biliyor. O filme çok yatırıma gerek yok ama çok ciddi gelirler elde ettiriyor yapımcıya ama baktığınızda ne bir mesajı var ne başka bir şeyi var, tamamen boş bir film. Diğer taraftan da bunun karşıt görüşü hiç öyle düşünmemek lazım 4 milyon izleyicisi olan bir filmdir. Sinema sektörüne vergisiyle, salonlarıyla çok ciddi bir katkı yapmıştır diye bakanlarda var. Artık hangisini kabul ederseniz… "Ben böyle bir film yapmak istemiyorum tamamen mesaj kaygısı taşıyan bir film yapmak istiyorum. Seyircisi umurumda bile değil. Nihayet yapımcı olarak para benim. Oyucularla, yanıma inandığım insanlarla bir araya gelirim ve bunu 10 kişi bile izlese ben bu filmi yapar ve gösteririm." diye düşünenler varken diğer taraftan ise "Hayır benim bir param var. Bu parama para katmak istiyorum" deyip biraz önce bahsettiğim izleyici kitlesine göre senaryo organize eder ve o senaryoyu hayata geçirenlerde var. Dediğim gibi bu hep tartışılan bir şey… Yapımcı olarak kim nerede olmak istiyorsa ona göre hareket ediyor. Ona göre filmlerini yapıp, ona göre para kazanıyor veya kaybediyor. Yalnız bu değildir ki mesaj vermek isteyen filmler zarar ediyor. Asla böyle bir düşünce içerisinde değilim. Çok güzel filmler var. Bir mesaj veren, duygular uyandıran, etkileyen işte benimde içerisinde olduğum 120 diye bir film yaptık. Çok güzel gişe başarısı elde ettik ve hala onun çok güzel tepkilerini, dualarını alıyoruz. "Ansiklopedilerce anlatılmaya çalışılan bir dönemi siz 100 dakikada bize anlattınız ve bundan çok ciddi etkilendik" diye yorumlarda yapılıyor. Ve bu görüşler bize bu filmle misyonumuzu tamamladığımızı düşündürüp, rahat ettiriyor. Sinema hakikaten dünyada çok etkili olan bir iletişim aracı. Bir şey anlatmak istediğinizde ve bunu sinema ile yaptığınızda karşı tarafa o kadar net ve somut bir şekilde geçiyor ki, düşünün 1 saat boyunca insanları kapalı bir salona kapatıyorsunuz, bunu izleyeceksiniz diyorsunuz ve üstüne de para alıyorsunuz. Bu nedenle bence yaptığımız filmler bir şeyler ifade etmeli.

Türkiye’de ve Hollywood’da film üretim koşulları açısından yapımcıların yetki ve etkileri konusunda neler söylenebilir? Bir karşılaştırma yaparsak…

Hollywood ve Türkiye… Şuan hakikaten bir yarama dokundunuz. Benim dertlerimin en büyüğü de bu. Bir yapımcı olarak Hollywood’un yaptığı filmler konusu ne olursa olsun bu kadar başarı elde ederken, Türkiye’de neden biz Edirne’den diğer tarafa geçemiyoruz. Hadi Avrupa veya Amerika’yı bir kenara bırakalım. Doğuda üretilen en yakın İran’da üretilen filmlerle dahi niye kıyaslanamıyoruz diye çok hayıflanıyorum. Hollywood’da veya Avrupa’daki film üretim sistemiyle Türkiye’deki film yapım sistemi çok  farklı. Amerika’da yapımcı sadece senaryoyu buluyor ve film yatırımcılarına gönderiyor, yüzdeler dağıtılıyor. Örneğin 100 milyon dolarlık bir bütçe ortaya çıktıysa ve bu filme hiç sinema sektörüyle ilgisi olmayan yatırımcı şirketler, insanlar dahil olabiliyor. Türkiye’de 100 milyon dolar imkansız bırakın 100 milyon doları 3 milyon dolar bile Türkiye’de çok ciddi bir bütçe. Amerika’da bu 100 milyon dolar anında toparlanabiliyor. Oyuncuları, teknik ekibi, ekipmanı, dağıtımı ona göre organize ediliyor ve 10- 15 kişi grup, şahıs hiç fark etmez bir araya gelip,  inandıkları yapımcı, senaryo, filmler için yüzde olarak hisse satın alıyor… Hal böyle olunca orada ciddi bir film sirkülasyonu oluyor. Siz gelmeden önce Bruce Willis’in programına baktık. 2013 bile tamamen dolu 2012’de 6, 2013’de 4 tane sinema filmi anlaşması var. Bizde 3 ay sonra başlatacağımız sinema filmine başrol oyuncusu arıyoruz, bunu yadırgamamak lazım. Türkiye’nin şartları böyle maalesef gerçi devlet bir nebze olsun destek vermeye çalışıyor lakin o kadar çok başvurunun arasında hangi birine destek vereceğini o da şaşırıyor. Devletten kastım Sinema Telif Genel Müdürlüğü. Verilen desteklerde çok az miktarda olduğu için ortaya çıkan filmler bırakın Hollywood’u Avrupa’da bile ciddi vizyona girme sıkıntısı yaşıyor. Orada da zaten vizyona giren filmler herkesin popcorn diye tabir ettiği filmlerden öteye geçemiyor. Hollywood’da bir filmin yapım aşaması senaryonun yazımından tutunda perdeye yansıyana kadar 4-5 yılı buluyor. Bir oyuncuyla anlaştığınız zaman o oyuncuyu karaktere adapte etmek için 1 yıl boyunca bütün hayat standartlarını koruyacağı parayı veriyorsunuz ve aynı zamanda gişeden pay sahibi ediyorsunuz. Bu çok katılımlı işin başarı elde etmemesi zaten imkansızlaşıyor. Türkiye’de ise eğer yapımcının parası varsa, 1-2 ortak veya post prodüksiyon firmasını ortak edip ancak film yapabiliyor. Bütçeleri de baz aldığınızda Edirne’den öteye çıkamıyoruz. Son günlerde popcorn filmler mi sanat filmleri mi diye devamlı tartıştığımız filmlerimiz yurtdışında ödüller alıyorlar. Bu da çok ilginç Avrupa’da ödüller alan filmlerimiz vizyona girince 20-30 bini geçemiyor. Bir anlayış farkımız var. Bu sadece Türklere has bir şey galiba, o yüzden Hollywood’la kıyaslanmak imkansız.

Dizi ve uzun metraj film yapımı arasındaki farklardan bahsetmek gerekirse neler söylenebilir?

Aslında uzun metraj hem yapımcının, hem oyuncunun, hem de teknik ekibin favorisidir. Lakin Türkiye’de içinde bulunduğumuz dizi furyasından nasiplenmekte gerekiyor. Bu da tamamen dediğim gibi yapımcı ile alakalı bir durum. Uzun metrajda elinizde başı ve sonu belli olan bir senaryo var. Bunun dizilerdeki gibi reytingle ilgili durumu tamamen gişeyle alakalı… Yapımcı olarak uzun metrajlarda harcayacağınız bütçe bellidir. Çalışacağınız gün sayısı bellidir. Vizyona giriş tarihi bellidir. Her şey açık ve nettir. Dizilerde ise sonu hep soru işaretidir. Ucu açıktır. Yazdırdığınız senaryo belki 13 belki 26 belki de 100 bölüm gider. Bu hiçbir zaman belli olmaz. Bu tamamen reyting denen ölçüme ve ondan sonra da kanalın insiyatifine kalmış bir şey. Sinemada uzun metraja başladığınız andan itibaren geri dönüşümü olmayan bir yola çıkmış oluyorsunuz ve onu vizyona sokmakla mükellef olmak durumunda kalıyorsunuz.

Bağımsız sinema hakkında ne düşünüyorsunuz? Neden yönetmenler aynı zamanda filmlerinin yapımcısı olmak durumunda kalıyorlar?

Bağımsız sinema, adından belli olduğu gibi hiçbir yapımcı, sponsor yani para kaynağı olan kurum, kuruluş, kişiler bu filmlere para yatırmaktan kaçınırlar. Yine bu da içinde bulunduğumuz coğrafyanın insanın sinemaya bakışıyla alakalı. Eğer bu işi ticari düşünen bir yapımcıyla bağımsız sinemayı tartışıp para yatırmasını beklerseniz, tamamen hüsranla karşılaşırsınız. Yönetmen aynı zamanda senaryosunu yazdığı ve kendisi her şeyi organize etmeye çalıştığı için vizyonda da bir başarı elde etmesi beklenemiyor. Kendisi de beklemiyordur. Sinema salonlarında yer bulması da olanaksız. Tek avantajı festivallerin daha çok ilgi göstermesi oluyor ve bu festivallerden elde edeceği başarıların sonucunda belki ikinci, üçüncü filmine hem kaynak hem moral hem motivasyon bulma şansı oluyor.

Bağımsız filmciler özellikle dağıtım konusunda da zorluk çekiyorlar...

Evet çok doğru dağıtım konusunda çok zorluk yaşanıyor. Şimdi Türkiye’deki dağıtım sistemi de maalesef yavaş yavaş tekelleşmeye başlıyor. Belirli gruplar bu dağıtım sistemini kendi bünyelerine dahil ettikten sonra istedikleri filmleri vizyona sokma, istemedikleri filmleri de vizyona sokmama durumuna sahip olabiliyorlar. Filmin türü ne olursa olsun hiç önemli değil eğer o dağıtım firmasıyla mütabakata varamıyorsanız maalesef dvd olarak insanlara izlettirmekten başka şansınız kalmıyor. Bu iyi bir şey değil tabii haksız rekabet. Kültür Bakanlığı el attı bu haksız rekabeti ortadan kaldırmak için. Türkiye’de dağıtım firması çok az, alternatif çok az olunca da çok yoğun olan film sirkülasyonun arasına girmek, dağıtım firmasıyla bir anlaşma yapmak, istediğiniz tarihte ve kopya sayısında çıkmak çok zorlaşıyor.

Peki sizce bu rekabet koşulları nasıl eşitlenebilir?

Aslında yine bizimle Türk insanıyla alakalı bir durum. İstanbul’da yüzlerce sinema salonu varken atıyorum Sivas’ta maalesef bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar sinema salonu var. Daha doğuya gittiğinizde yine örnek veriyorum Tunceli’de iki sinema salonu var. Haliyle sinema salonları da az olunca bütün dağıtım firmaları o sinema salonlarıyla anlaşma yapmak için yarış içerisine giriyorlar. Sinema salonları çok olursa (bu da izleyiciyle, film izleme kültürüyle alakalı bir durum) dağıtım firması çok olucak, dağıtım firması çok olunca rekabet devreye girecek. Yani sinema yapımcılarına, yönetmenlere, bağımsız sinemaya daha fazla şans tanınacak. Zaten Türkiye’deki sinema salonları nufusa vurduğunuzda çok az onu da birkaç dağıtım firması parsellemiş istedikleri sinema filmini istedikleri tarihe koyabiliyorlar. Diğerlerine de yerimiz yok diyerek sokmayabiliyorlar.Siz ısrar ettiğinizde dahi yer bulmakta sıkıntı çekiyorsunuz. Hadi diyelim bir yer buldunuz o zamanda diğer filmlerin altında eziliyorsunuz. Yani bir Amerikan filmi sizinle aynı tarihte girdiğinde tercih daha önce bahsettiğimiz izler kitleye kalıyor. Onun da izleyeceği film zaten belli.

Bugüne kadar çalıştığınız filmler arasında estetik açıdan ve getirisi bakımından en memnun kaldığınız film hangisi?

Birçok sinema filminin içerisinde yer aldım. İçlerinde popcorn diye tabir ettiğimiz, Maskeli Beşler Serisi, Hababam Sınıfı Serileri filmleri de vardı. Lakin hem içerik hem gişe hem de tatmin anlamında ‘120’ filmi bizim için başka bir yerdedir.  ‘120’ birçok ödül aldı, güzel yorumlarla karşılaştık. Hatta hiç unutmuyorum yorumlardan biri şöyleydi “filmi izleyip sinema salonundan çıktığımda ayağımdaki ayakkabılardan utandım. Çıkarıp fakir bir çocuğa verdim.” ki bunu yazan daha 14 yaşında bir çocuktu. Bunun için hem böyle tepkiler almak hem yaptığınız işte dua ve takdir görmek bir de üstüne para kazanmaktan güzel bir şey olamaz herhalde.

Daha önceki filmlerinize dönmek gerekirse ‘Dinle Neyden’ ve ‘120’ gibi dönem filmlerinde çalıştınız. Dönem filmleri çekmenin zorlukları, koşulları neler?

Türkiye’de maalesef dönem filmlerinin çok az olmasının sebeplerinin başlıcası zor şartlarda gerçekleşmesi. Türkiye coğrafyası aslında bunun için çok müsait ama bir dönem filminin senaryosunu ve bütünlüğünü oluşturmak zor çünkü imkanlar kısıtlı ve kısıtlı imkanların üstesinden gelinemiyor. Bu bağlamda hem ‘Dinle Neyden’ hem de ‘120’ çok başarılı filmler oldu. Gerek sanat yönetmenliği gerek kostüm ve filmin duygusu ve ruhu anlamında hakikaten çok hoş filmlerdi. Biz unutkan bir milletiz. Çok büyükte olsa 1 hafta önce başımızdan geçenleri bile unutabiliyoruz. O yüzden yapımcılar dönem filmlerine çok fazla bulaşmak istemiyorlar. İçinde bulunduğumuz şartlar genelinde buna hak vermemek mümkün değil. Çünkü örneğin sesli çekim yapmaya çalıştığınızda o dönemin sesini bulabileceğiniz bir ortam yok. İstanbul’un dışına çıktığınızda maliyetlerle karşılaşıyorsunuz. İşi layığıyla yapamadığınızda kostümler, dekorlar çok komik kalıyor. Yapımcı böyle risklere hiç girmiyor. Günümüzde kolaylaştırabileceği filmler olursa onları yapıyor. Aslında çok zevkli dönem filmleri…

Yeni projeler üzerinde çalışıyor musunuz?

Evet, yeni projelerimiz var. 2012’de çok güzel bir sinema filmimiz var. Yine dönem ve içerisinde güzel mesajların olduğu tarihimizden bir sayfasının hikayesi ve ciddi bir bütçesi mevcut. Onun haricinde TRT’de ocak ayından itibaren yayınlanmaya başlayacak olan 2 tane dizi projesinin hazırlıklarını yapıyoruz. Bunlardan biri üniversitede biri lisede geçen hikaye ve eminim evde insanların televizyonun karşısına geçip çocuklarıyla birlikte ailece izleyebileceği güzel projeler olacak. 

Yoğun programınız arasında bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Sonuç olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Naçizane bütün arkadaşlara, sinema öğrencilerine, sizlere bir sözüm olacak. Türkiye’deki sinema sektöründen bahsederken söylediğim tüm maalesefleri kıracak insanlar sizlersiniz. Her ne kadar okulda aldığınız teoriyle setlerde yaşanan pratikler çok farklı olsada çünkü içinde bulunduğumuz şartlar onu gerektiriyor ama okulda alınan eğitimle bir süre sonra bunu yine siz başaracaksınız. Çok değerli hocalarınız var. Bazılarını yakinen tanıyorum. Türkiye’de hakikaten değer olan insanlar var. Bu insanların verdikleri eğitimi bizim sektörümüze aktarırsanız değil Hollywood’da dünya üzerinde söz sahibi oluruz diye düşünüyorum.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder